Mesut Akça


ROBOTLAŞAN İNSANLIK

Teknolojiyle gelişen ve değişen dünyamıza duygularımız da, hislerimiz de, değerlerimiz de ayak uydurmuşa benziyor.


Sizce de biraz durmalı, duraksamalı mı? Bu böyle devam ederse, insanlık adını verdiğimiz koca değer sadece biyolojik insana dönüşeceğe benziyor. O zaman, kutsal yaratılmış olan insan, tüm varlığını yeme, içme ve üreme üzerine inşa edecektir.
Hani, gündelik hayatımızda biri karşımıza çıkıp içtenlikle "Nasılsın?" diye sorduğunda, çoğunlukla gerçek duygularımızı paylaşmaktan çekiniriz. Soru her ne kadar samimi görünse de, bu sorunun derinliğini anlayan ya da cevabını hakkıyla dinlemeye gönüllü biriyle karşılaşmak oldukça nadir bir olay.
Peki ya siz? Hayatınızda, gerçekten bu sorunun içten bir şekilde sorulduğu ve sizin de tüm samimiyetinizle yanıt verdiğiniz bir an yaşadınız mı?

Aslında, en basit sorular karşısında bile yaşam sevincimizi, içimizdeki güzelliklere dair heyecanımızı kaybettiğimizi fark ediyoruz. Günlük rutinlerin ağırlığı altında, bize ne hissettiğimizi hatırlatacak bu tür küçük ama önemli hatırlatıcılarla sıkça karşılaşıyoruz. Belki de "Nasılsın?" sorusuna içtenlikle cevap verebilmek, hayatımıza daha derin bir anlam katmanın ilk adımı olacaktır.
Oysa geldiğimiz nokta neredeyse geri dönülmez boyutlara ulaşmıştır. Görmüyoruz, duymuyoruz, anlamıyoruz; dolayısıyla da hissetmiyoruz…

Doktorlar, genellikle bedenimizin sıcağı, soğuğu, acıyı hissetmiyor olmasını periferik sinirlerin hasar görmesiyle ilişkilendirir. Vücut, bunlara tepki vermeyerek hissizleşir, yok sayar. Normal değilsindir artık. Hastasındır ve tedaviye ihtiyacın vardır. Hissetmediğin şeyler anlamını yitirir. Anlamını yitiren kavramlar yaşama da etki etmez.
Benzer durum, duygu dünyamızın da başında. Bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz olan değerler silsilesine dair hissiyatımız da hızla kayboluyor. Ve bu durumun bulaşıcı olması, içine sürüklendiğimiz tehlikenin boyutunu daha da artırıyor.

Sosyolojik birlikteliğimizi temellendiren esas unsur, ihtiyaçlarımızdır. Birbirimize olan ihtiyacımız azaldıkça, sosyolojik kopmalar da beraberinde gelmektedir. Temel biyolojik ihtiyaçlar sağlandıktan sonraki varlık arayışı, sadece beğenme ve beğenilme üzerine örülmüştür.
Bireyler arasındaki iletişim de sanal yolla sağlandıkça; ses, sesin tonu, onun getirdiği sıcaklık hissiyatı da ortadan kalkmıştır. Artık yüzümüzde nice anlamlar yüklediğimiz mimiklerimiz dahi işlevini yitirmeye başlamıştır.
Bilişim ve teknoloji insanı programlamayı başarmışa benziyor. İnsan bu kez üretici değil, tüketici pozisyonuna geldi. Yeni insan; hisseden değil, hemen her şeyi ekran üzerinden okumadan, anlamadan, üzerinde düşünmeden izleyen, parmağıyla kaydıran duygusuz bir akışın içinde sürüklenen bir profile dönüştü.
Ruhsuz, hissiyattan yoksun, tepkisiz... Bir avatar gibi yaşamaya yönelmiş, koskoca hayatı dokunmadan, hissetmeden, sadece tüketen bir robot…

Teknolojiyi ruhsuzlaştıran biz miyiz, yoksa biz ruhumuzu teknolojiye mi feda ettik?
İnsanlık dijitalleşirken, insan olmayı unutmaya başladı belki de. Yenidünya düzeninde olaylara ve durumlara verdiğimiz tepkisel yaklaşım, alışkanlıklarımızla ne kadar zıt bir çizgide duruyor değil mi?
Eski bizle şimdiki biz arasında ne kadar uçurum oluştuğunu fark edebildik mi dersiniz?
Değişim bizi nasıl da sarıp sarmaladı. Nasıl da kapıldık seline, sanal dünyanın cazibesine.
Duygusal yapımız kadar hissiyatlarımız da yoksullaşmadı mı? Artık etkileme ve etkilenme eşiğimiz de bir o kadar değersizleşmedi mi?
Kim ne kadar söz dinler oldu, değil mi?
Hele de bu durum, yeni kuşaklarda daha belirgin göze batmıyor mu? Onların gözündeki pozisyonumuzu bir düşünelim; anlamamak ve anlaşılmamak arasında sıkışmıyor muyuz?

Anlamaya çalışıp da anlayamadığımız, ancak "Sizi çok iyi anlıyoruz" dediğimiz yeni nesil; duygudan uzak, tam anlamıyla bir makine görüntüsü veriyor.
Sanki içinde, duygudan azade sadece komutlarla çalışan bir yazılım var.
Bir düğmeye bas, "evet" desin.
Bir ekran göster, tepki versin.
Ama içinden bir şey geçmesin, yüzü bile kıpırdamasın.
Çevresinde olup bitene karşı bu kadar ilgisiz, bu kadar hissiz bir duruş...
Bazen gerçekten ürkütücü geliyor.
Düşünsene, gözünün önünde bir olay oluyor: bir çocuk ağlıyor mesela ya da bir yaşlı yardım istiyor ama yüzlerde bir kıpırtı yok, tepki yok, merak o da yok.
Bu sahne, bir ölçüde bizi de kapsamına almaya başladıysa, işler daha da sarpa sarıyor demektir.

Nereden nereye gelmişiz...
Kendi çocukluğumuz, değer yargılarımız, yaşanmışlıklarımız daha dün gibi aklımızda.
Zaman makinesinden geçmiş gibi... Her şey önceden hazırlanmış, önlerine altın tepside sunulmuş gibi.
Bir elmayı hiç kendi elleriyle soyup yememiş, yumurta kırarken “Of, kabuk kaçtı içine” diye hayıflanmamış, ellerini kirletmeden büyümüş bir nesilden söz ediyoruz.
Hâlbuki hayat biraz da o kabukla uğraşmak değil midir?
O elmayı soyarken bıçağın kayganlığıyla mücadele etmektir bazen.
Ama yok... Her şey hazır:
Uygulama hazır, yemek hazır, eğlence hazır...
Hatta duygular bile hazır paket gibi servis ediliyor.
Artık ne sevincimiz gerçek, ne hüznümüz; tam anlamıyla fastfood bir yaşam.

Ahh, 90’lı yıllar… Orada geçen çocukluğumuz… Mahallemiz, arkadaşlarımız, konu komşu…
Oyunlarımız… Zemheride içimizi ısıtan samimi duygularımız…
Şimdi nerede dersiniz? Hepsini bir bir karanlığa göndermişiz.
Ahh, vicdanımız, ahlakımız hele merhametimiz…
Nerede unuttuk yardımseverliği, gülmeyi, gülümsemeyi, selamlamayı ve misafirperverliği acaba?
Bilen, duyan, gören oldu mu dersiniz?
Hepsini ittik değil mi elimizin tersiyle?
Pek çok gerçeği, ahlak sınırlarını aşan o kadar pisliği benimseyip normalleştirdik, hatta kılıflara uydurarak görmezden geldik ki…
Tüm bunlar bizlerin yeni, yepyeni tutumlarımızın, hallerimizin, değerlerimizin bir yansıması değil mi?

Bizler mi değiştik, yoksa geçmişten beri var olan şeylerin farkında olmayan, toplumun kandırılan kör, sağır ve dilsizleri miydik memleketin?
Evet evet, belki de sizler haklısınız gençler;
Aleni yapılan yolsuzluk, yancılık, yandaşlık, rant, torpil; güçlü olanın haklı görüldüğü, haksız olanın cezalandırılmadığı hatta ödüllendirildiği toplumda…
Hak edenin, çalışanın hak ettiği kazanç ve mevkiye ulaşamadığı; herkesin bilip de umursamadığı, hukuk sisteminin el etek öptüğü, kör, sağır ve dilsiz olduğu…
Torpilin havada uçtuğu bu düzensizliğin içinde, gençlerimizin, çocuklarımızın düzgün tepkiler vermesini, ahlaki hissetmesini beklememiz hata.
Af edersiniz, iyiye, güzele, doğruya dair ne varsa içine ettik galiba.
Sonra da neden böyle, vaveylalarıyla veryansın ediyoruz, değil mi?
Ama yine de umut var diyorum.
Bir romanın satır aralarında, bir dizenin tam ortasında, bir resmin gölgesinde hâlâ ruh var. Hâlâ his var.
Ve insan, her zaman bir kıvılcımla yeniden hatırlayabilir kim olduğunu.
Edebiyat, sanat, şiirle kaybettiklerimizi kazanmak mümkün değil mi sanıyorsunuz?

Hani vardı ya eskiden, bir şiir okurduk da yüreğimiz titrerdi.
Sabahlara kadar şarkılar, türküler dinlerdik.
Onlarla aşardık dağları, taşları, engin denizleri.
Bir resme bakar, “Bunu yapan ne hissetmiş acaba?” diye düşünürdük.
Şimdi ise o hissi yaşatacak şeyler değil, sadece “kaydırılacak” içerikler arıyor gözler.
Oysa edebiyat insana incelik katar, sanat insanın içine nefes verir, şiir ise kalbe ince bir dokunuştur.
İşte bu yüzden sanat kıymetli. Çünkü o hâlâ hissettiriyor.
Çünkü sanat, bizi bizden önce anlıyor.
Hâlâ hissedebiliyorsak, kurtulma/kurtarma ihtimalimiz vardır.
İçimizdeki o karanlık var ya, hani o içimizdeki iyinin, güzelin, doğrunun üstüne çöken…
Biraz olsun aydınlanır. Çünkü hâlâ içimizde bir yerlerde kıpırdayan o şeyi bir şarkıda, bir filmde, bir resimde, bir romanda, öyküde, şiirde bulabiliyorsak umut her zaman vardır.

Bir şiirin yarım kalmış dizesinde bulduğumuz boşlukla eksik yanımızı hatırlarız.
Bir sinema sahnesi öyle bir çarpar ki, perdede ağlayan o karakter yerine sen susarsın.
İşte o anda anlarsın: bedenin orada ama düşüncelerin, duyguların seni başka yerlere götürüyordur.
Sanatın en büyük marifeti belki de bu.
Unuttuklarımızı, görmezden geldiklerimizi, üstünü örttüğümüz gerçeklerimizi yüzümüze söylemesi.
Hani bazen biri gelir de “Gözlerin çok yorgun bakıyor” der ya…
İşte sanat da onu yapıyor aslında.
Ama gözlerimiz değildir yorgun olan, ruhlarımızdır...
Her sanat, ruhumuzun başka bir yerine derman oluyor değil mi?
İçimizi dürtüyor, kendimizle yüzleştiriyor ve “Sen hâlâ hissediyorsun, gülüp, ağlayıp, içlenebiliyorsun.” diyor.
Ve eğer hâlâ bir şeyleri duyumsayabiliyorsak, ölmemişiz demektir.

Evet, biliyorum, sizler gibi ben de farkındayım; hissetmek zorlaştı.
Hatta lüks oldu. Duymak, duyumsamak, gülmek, gülümsemek, sevmek, sevinmek, sevebilmek, hatta üzülebilmek...
Çünkü hissetmek, yaşanmışlıkla, empati kurma becerisiyle ve ailenin temelden vereceği eğitimle mümkündür.
Kaçmak, uzaklaşmak bir nevi çaresizliğimizin dışa yansımasıdır.
Sosyal hayatta, medyada, ekranlarda o kadar çok insanlık dışı olaya şahit oluyoruz ki duygudaş olmadan uzaklaşıyoruz oradan.
Evet, anlıyorum, “Ateş düştüğü yeri yakıyor” diyerek sıyrılıyoruz oradan.
Bir cümleyle aklıyoruz kendimizi.
Kimsenin farkında olmadığını düşünerekten insanlığımızı çayımıza, kahvemize, maçımıza, dedikoduların cazibesine mahkûm ediyoruz.

Belki de çözüm bulamamak, etkisiz, yetkisiz, çaresiz kalmak, öyle hissetmek rahatsız ediyordur.
Cesur olmaktan, elini taşın altına koymaktansa; kaçmak en kestirme yoldur.
Adını koymasak da en çok da bunu yapmıyor muyuz?
Korku ve kaygılara mahkûm etmemiş miyiz elimizdeki son değerimiz olan vicdanımızı?